YAKIN SANAT » Gülpembe YAKIN http://www.yakinsanat.com.tr/YS Bir başka WordPress sitesi Mon, 10 Aug 2015 19:39:33 +0000 tr-TR hourly 1 http://wordpress.org/?v=3.9.8 Kendi Gözündeki Merteği Görmez de Elin Gözündeki Çöpü Görür http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?p=5040 http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?p=5040#comments Sun, 09 Aug 2015 20:27:38 +0000 http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?p=5040 Başkasının işlerine o kadar meraklıyız ki anlatamam. Kim ne yapmış? Nasıl yapmış? Neden yapmış? Hep merak ediyoruz ve daha sonra da bunu başkalarına anlatıp yorum yapıyoruz.  Bu merak ettiklerimiz de daha çok olumsuz olaylar…

Eskiden mahalle aralarında “duydun mu komşu” diye başlanan dedikoduların yerini telefonlar aldı. Dedikodular şehirler arası da yapılıyor artık.  İster telefonla konuşarak , ister whatsApp gruplarında…

“Duydunuz mu ? ……kişi nişanlısından ayrılmış; ……kişi bu yaştan sonra üniversiteye gidecekmiş; ……kişi bir daha evlenmiş; ….kişi şalvarla dolaşıyor.”

Diğerleri cevaplıyor:

“Aaaaa olur mu hiç….

Yuh onu da mı yapmış…

Bu yaştan sonra üniversiteye gidip ne yapacak? Ne yapacağını şaşırdı bu…

O haaa yine mi evlenmiş…

Şunun giyimine bak, nasıl giyiniyor bu!”

Kim kiminle ne yaparsa yapsın, kim nasıl yaşarsa yaşasın. Size ne! Ama normalde öyle değil işte. Herkes merak edecek. Merak etmekle kalmayacak, duyduğunu başkasına da duyuracak. Daha sonra da başlayacaklar dedikoduya. Kimin kiminle ne yaptğı, nasıl yaşadığı, neye inandığı veya neye inanmadığı sizi neden ilgilendiriyor? Her şeyi  siz çok iyi mi yapıyorsunuz? Bütün bunlar neden oluyor? Biz dört dörtlük müyüz? Hiç bizim kendi kusurlarımız yok mu? Olmaz mı? Dolu. Dolu ama, biz kendimizdeki kusurları görmüyoruz. Kendimizin ne yaptığına bakmıyor başkalarının ne yaptığına bakıyoruz.

Kadının oğlu karısını aldatıyor, kadın kendi oğlunun yaptıklarını görmüyor başka birisinin oğlunun yaptıklarından bahsediyor. Başka bir kadın kendi çocuğunun yaptığı terbiyesizliği görmüyor diğerinin çocuğuna terbiye vermeye kalkıyor. Başka bir anne ise kendi çocuğunun gece yarılarına kadar alkol- uyuşturucu aldığını görmüyor, diğerinin oğlunun dine yönelişine laf ediyor.

Niye biz kendimizdekileri görmeden, başkalarındaki (bize göre) olumsuz tarafları merak ediyoruz? Onlardaki olumsuz tarafları vurgulayarak kendimizi yukarı çıkarmaya mı çalışıyoruz? Diğerlerinin olumsuz taraflarını vurguladıkça kendimizin yüceldiğini mi zannediyoruz? Hem bu hakkı nereden buluyoruz?

Keşke insanlar ilk önce kendine dönüp bakabilse… Başkalarından önce ben ne yapıyorum? Nasıl yaşıyorum? Nasıl davranıyorum? diye kendisini tanısa… Her şey, önce kendimizden başlıyor. Biz önce kendimizden sorumluyuz. Başkalarını eleştirmek ve onları değiştirmeye çalışmadan önce, biz kendimizi tanımalıyız. Değiştirmemiz gereken davranışlar varsa önce kendimizi değiştirmeliyiz. Kendimizi değiştirmenin ne kadar zor olduğunu görüp diğerlerini değiştirmekten vazgeçebiliriz böylece. Biz yalnızca örnek olabiliriz, o kadar. Gelip bize bir şey sorarlarsa cevaplayabiliriz ama kendileri istemeden onları değiştirmeye çalışmamalıyız. Dili, dini, ırkı ne olursa olsun sonuçta hepimiz insan değil miyiz? Hem biz farklılıklarımızla bir arada yaşayabilirsek zenginleşmez miyiz? Diğer insanları olduğu gibi kabul etmek olgunluk değil midir? Bizim kendi hayatımızı istediğimiz gibi yaşamak istediğimiz kadar diğerlerinin de böyle bir isteği yok mudur?

Hz. Muhammed bir hadisinde şöyle diyor: “Allah katında en sevimsizleriniz, ondan ona söz taşıyanlarınız, bozgunculuk çıkaranlarınız ve temiz insanlara leke sürmeye çalışanlarınızdır”

Gülpembe Yakın

Mertek: 1. Kestane ağaçlarını yontarak yapılan çit  2. Kısa ve kalın tahta parçası.

 

 

 

 

 

 

 

]]>
http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?feed=rss2&p=5040 0
Sürüye Katılmak mı? Katılmamak mı? http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?p=5036 http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?p=5036#comments Sun, 09 Aug 2015 20:20:54 +0000 http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?p=5036 “12 Kızgın Adam” isimli yabancı bir film izledim. Bu film bana, hayatımıza dair bir çok şey düşündürdü.

Filmde idama mahkum edilecek bir mahkum var. 12 kişiden oluşan bir jüri, bu kişinin idama mahkum edilip edilmeyeceğine karar verecek. 11 kişi idama mahkum edilmesine karar verirken bir kişi onun suçlu olup olmadığından emin olmadığını bu yüzden konunun tartışılmasını istiyor. Yalnız kalmayı göze alarak Diğer 11 kişiye karşı tek kişi olarak itirazlarını belirtiyor. Çoğunluğu oluşturan grup önce bu tek kişiye tuhaf gözlerle bakıyor, onu küçümsüyor ama bu tek kişi söylediklerinin savunmasını yapıp neden böyle düşündüğünü doğru bir şekilde ifade edip doğru argümanları ileri sürdüğünde, diğer kişiler birer birer düşüncelerini değiştiriyorlar. Bu sefer tek bir kişi idam isterken diğerleri idam isteminden vazgeçiyor. Demek ki tek bir kişi doğru savunmaları yaptığında diğer insanların düşüncelerini değiştirebiliyor. Ama bunu nasıl yapıyor? İlk başta, yalnız kalmayı göze alarak; diğer insanların onu suçlamasını ve onunla alay etmesini göze alarak. İnsan tek kişi bile olsa kendisinden emin olup, düşüncelerini savunabildiğinde demek ki diğer insanların düşüncelerini değiştirebiliyor. Bunları göze alamayan bir kişi ise her zaman sürüden bir parça olmaya mahkum kalabiliyor. Bunu gerçek hayatta yapabilen o kadar az kişi var ki…

Kendimize dönüp bakalım. Çocuklarımızı yetiştirirken nasıl yetiştiriyoruz? Onların fikirlerini özgürce ifade edecekleri ortamlar hazırlıyor muyuz? Çocuklarımızın eleştirel bakış açısına sahip olabilmeleri için onlara bunu öğretiyor muyuz? Çocuklarımıza, farklı olma, farklı düşünme cesareti verebiliyor muyuz?

Çocuklar seçimlerini yaparken neyi neden seçtiklerini biliyorlar mı? Birbirine benzeyen giysilerden o gömleği değil de neden bu gömleği seçiyorlar? O oyuncağı değil de neden bu oyuncağı seçiyorlar? Bunları onlara soruyor muyuz? Bu seçimleri yaparken bir nedenleri var mı yoksa başka arkadaşları o oyuncağı veya giysiyi aldı diye onlar da arkadaşlarının aldığı şeyleri mi alıyorlar?

Küçücük çocukken bile çocuklarımıza masal kitapları okuduğumuzda, masal hakkında çocuklarımızın fikirlerini alıyor muyuz? Sence buradaki çocuk neden böyle yapmıştır? Çocuğun hangi davranışı doğru hangisi yanlış? Bunun yerine neler olabilirdi diye çocuğumuzun eleştirel düşünmesini sağlayabiliyor muyuz?

Kendi yaptığımız yanlışlar bir yana okul hayatı nasıl? Eğitim sistemi ezberciliğe dayanıyor. Öğretmen ne verdiyse çocuklar papağanlar gibi öğretmenin verdiklerini tekrarlıyorlar. Çocukların sorulara cevap vermekten ziyade soru üretmelerine fırsat tanınmıyor. Neyin doğru neyin yanlış olduğuna öğretmenler karar veriyor. Öğretmenler çocukların soru sormalarına izi vermiyor, soru soran çocuğa anlamamış gözüyle bakıyor. Oysa soru sorabilen kişi konuyu anlamış, anladıklarını yorumlamış, mantık yürütmüş ve oradan soru çıkarmış birisidir ama buna fırsat tanınmaz işte.

Tarih dersinde savaşlar tartışılmadan, oluş sırasına göre anlatılır, matematik dersinde öğretmen çocuğun bir problemi çözerken kendi öğrettiği yoldan çözmesini bekler, sonuç doğru bile olsa  farklı yollardan çözümleri kabul etmez, resim dersinde öğretmen yapraklar yeşil, çiçekler kırmızı bulutlar mavi olmalı der, yaratıcılığa yer bırakmadan…

Baskıcı, dediğim dedik bir aile ve eğitim sistemi… Yıllar önce bir aile dostumuz, benim, eşimden farklı bir futbol takımını tuttuğumu öğrenince eşime “sen daha bunu ……. takımlı yapamadın mı?” demişti. Benim ayrı bir birey olduğumu görmezden gelerek… Sanki benim kendime ait düşüncelerim, aklım, fikrim  olamazmışçasına… Eşim…. takımını tutuyor diye o takımı tutmak zorundayım sanki.

Yapılan genel seçimler sanki farklı mı? Bir iş yerinde yönetici hangi partiye oy veriyorsa, yönettiği kişilerin o partiye oy vermesini istiyor ya da bir ailedeki eşlerden erkek olan birey diğer aile bireylerinin kendi oy vereceği  partiye oy vermelerini istiyor. Böyle bir durum olabilir mi? Diğer aile bireylerinin kendi düşünceleri olamaz mı? Onlar kendi istedikleri partiye oy veremezler mi? Bir aile, toplumun küçük bir göstergesi işte. Ailede neler oluyorsa toplumda da onlar oluyor.

Kendimize dönüp bakalım, kendimizi gözden geçirelim. Biz ne yapıyoruz? Nerelerde yanlışlar yapıyoruz? Önce kendimize eleştirel gözlerle bakalım daha sonra etrafımızdakileri gözden geçiririz. Bize sunulanları hemen kabul etmeyelim. Kendi kararlarımızı verirken neye göre veriyoruz? Başkaları öyle yapıyor öyle düşünüyor diye mi o kararları veriyoruz? Yoksa özgürce seçimler yapıyor muyuz? Verdiğimiz kararların arkasında durabiliyor muyuz? Sürüden bir parça mıyız? Yoksa yalnız kalmayı göze alarak düşüncelerimizi savunabiliyor muyuz? İçimiz bir başka iken dışımız bir başka mı? Ne demiş Mevlana “Ya göründüğün gibi ol ya da olduğun gibi görün”

İçimizin dışımızın bir olduğu, sürüden ayrılmayı göze alabildiğimiz bir yaşam sürebilir, çocuklarımıza da bunu aşılayabilirsek gelecek kuşaklar için umut var demektir.

Gülpembe Yakın

 

 

]]>
http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?feed=rss2&p=5036 0
Görünenin Ötesi http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?p=5032 http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?p=5032#comments Sun, 09 Aug 2015 20:15:44 +0000 http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?p=5032 Anlaşılmak… Bir insanın başka birini duygusal anlamda kendine yakın hissetmesi…. Maddeden arınmak… Ruhların anlaşması…  Ruhların karşılık bulması…

Etrafıma bakıyorum da o kadar yüzeysel ilişkiler var ki… İnsanlar bu dünyada ben de varım diyebilmek için kendilerini paralıyorlar, ama nasıl? Maddi imkanlarıyla… Paralarıyla…. Etiketleriyle… Birbirlerinin gözünün içine bakıp karşısındakini anlamaya ve dinlemeye çalışan yok, herkes kendini anlatma peşinde. Tabi bu durumda herkes kendisini anlaşılmamış, değersiz ve önemsiz hissediyor. Oysa bunlar bizim en önemli ihtiyaçlarımız iken…

Her birimiz kendimizi değerli ve önemli hissetmek istiyoruz. Fark edilmek istiyoruz. Bunun için de çeşitli yollar deniyoruz. Burada şunu gözden kaçırıyoruz. Biz acaba kendimizi, kendi gözümüzde değerli ve önemli olarak görüyor muyuz? Kendi artılarımızı ve eksilerimizi görüyor muyuz?  Belki kendi gözümüzde kendimizi değerli ve önemli göremediğimiz için bunu maddede arıyoruz.

Küçük çocuklar görüyorum. “Öğretmenim, hiç kimse beni anlamıyor.” Diyor. Bunu bir kez değil defalarca duyuyorum. Bu durumda kendisini değersiz ve önemsiz hissediyor. Çünkü, hiç kimse gözlerinin içine bakarak onu dinlemiyor, derdini anlamaya çalışmıyor. Dinliyor görünseler bile, ya hemen öğüt vermeye kalkıyorlar ya da  “ne varmış bunda, takma kafaya” gibi sözler sarf ediyorlar.  Sürekli bu durumla karşılaşan çocuğun kendine olan güveni yavaş yavaş azalmaya başlıyor. Bu sefer kendini değerli hissedebilmek için maddeye başvuruyor. Bu bazen bir giysi oluyor, bazen bir çanta, bazen gittiği otellerin adı, bazen etiketi ve ne yazık ki bazen de uyuşturucu…

Kendimizle uğraşmaktan, kendimizi başkalarına göstermeye çalışmaktan diğerlerinin iç dünyalarını göremiyoruz.  Bu dünyadan öylesine gelmiş geçmiş o kadar insan var ki… Öylesine işte… Yaşıyor ama nasıl? Bir bitki gibi, bir hayvan gibi… Yalnız kendisi için… Yalnız yaşamak için… Hayatta yaşamasının tek amacı haz almak… Yani yine madde… Bunun sonucunda büyük bir boşluk… Kocaman… Yeri doldurulamayan… Hazlarla doldurmaya çalıştıkça daha da büyüyen… Alkol alıyorsunuz, bir müddet sonra aldığınız alkolün miktarı yetmiyor, dozunu artırıyorsunuz, bu da yetmiyor daha artırıyorsunuz. Gittikçe çevrenizden toplumdan soyutlanıyorsunuz ve gittikçe yalnızlaşıyorsunuz. Alkol sayesinde sosyalleşeyim derken kısıtlı bir çevreyle, yalnızca alkol alan bir çevreyle ilişkilerinizi sürdürebiliyorsunuz ya da temelli yalnız kalıyorsunuz. Diğer madde bağımlılıkları ise bir felaket…

Hazlara dayalı başka bir yaşam… Kişi içindeki boşluğu alışveriş ederek doldurmak istiyor. Alışveriş ediliyor, tamam o an için bir haz elde ediliyor ama bu haz hemen bitiyor. Tekrar alışverişler… İhtiyacı olmadığı halde birçok alışveriş… Nereye kadar? Bütün dünyayı alamazsınız ki…

Aslında ne yapılabilir? İlk önce kendi değerimizi başkalarının bize değer verip vermemesine göre belirlememeliyiz. İlk önce biz kendimizi artılarımız ve eksilerimizle doğru bir değerlendirmeye tabi tutup farkındalık geliştirmeliyiz. Bunu nasıl yapabiliriz? Güvendiğimiz birisinden, bir psikolog veya psikolojik danışmandan yardım alabiliriz. Ya da sanatın herhangi bir dalıyla uğraşmak, insanın kendini kendine tanıtması için fırsat sağlıyor. Onun için sanatla uğraşabiliriz. Din veya felsefe iç huzurunu sağlamak için, insanın kendi içine  yolculuk yapması için yardım edebiliyor. Bunlardan yararlanabiliriz. Yardım derneklerinde gönüllü çalışabiliriz. Sonuçta maddeye yatırım yaptığımız kadar manaya da yatırım yapmalıyız.

Bunlar kendimiz için bu saatten sonra yapabileceklerimiz. Ama aslında herkes için tüm çocuklar için tüm yetişkinler için yapabileceğimiz en önemli şey onların ruhlarına dokunabilmek. Onların gözünün içine bakarak onları dinleyebilmek. Kendimizin değerli olduğunu onların gözüne sokmaya çalışmaktansa onlardaki ufacık da olsa fark ettiğimiz bir güzelliği onlara ifade edebilmek. Bu hem karşımızdakine hem bize faydalı olacaktır.

Görünenden görünmeyene bir yolculuk hepimize iyi gelecektir.

Gülpembe Yakın

 

 

]]>
http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?feed=rss2&p=5032 0
Sınırlar http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?p=5028 http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?p=5028#comments Sun, 09 Aug 2015 20:11:15 +0000 http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?p=5028 Sınırlar, doğumumuzdan itibaren ölünceye kadar dikkat etmemiz gereken önemli bir konu. Sınırlarmız, sınırlarımıza müdahale, sınır ihlalinden korunmak, sınırlarımızı bilmek vs.

Bebek doğduktan sonra bir yaşına kadar olan sürede annesini kendisinin devamı sanıyor. Daha sonra yavaş yavaş annesinin ve kendisinin ayrı ayrı insanlar olduğunun farkına varıyor. Hem kendi sınırlarını hem annesinin sınırlarını öğreniyor. Bazen bu süreç pek sağlıklı gelişmiyor, kendi sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini bilemiyor. Ya başkalarının sınırlarına müdahale ediyor ya da başkalarının kendi sınırlarına girmesine izin veriyor.

Bazı anneler bebek doğduktan sonra onu o kadar koruma altına alıyorlar ki onun kendi potansiyelini geliştirmesine fırsat tanımıyorlar. Çocuklarını bağımlı birer kişi olarak yetiştiriyorlar. Anneler bunu nasıl mı yapıyor? Çocuk büyüdükçe kendi kendine yemek yemeyi becerebilecekken, çocuğun yemeğini anne yediriyor, çocuk kendi giysilerini kendisi giyebilecekken, o gün ne giyeceğine anne karar veriyor ve giysilerini anne giydiriyor. Çocuğun okula gitme dönemi geliyor ve okula başlıyor. Ödev yapmak çocuğun sorumluluğu iken anne oturuyor, çocuğun ödevlerini yapıyor. Çocuğun üşüyüp üşümediğine, karnının acıkıp acıkmadığına anne karar veriyor. Diğer insanlar çocuğa bir soru sorduklarında anne çocuğun adına cevap veriyor. Bir de diyor ki, “Biz çok utangacızdır.” Burada yapılan iki hata var. Birincisi, çocukla anne bütünleşmişler, ayrı ayrı bireyler değillermiş gibi “Biz utangacızdır.” Diyor. Dikkatinizi çekerim “biz” diyor. Aslında burada utangaç olan çocuk ama anne, kendisi ile çocuğunu bütünleştiriyor. İkinci hata ise, çocuğun utangaç olmasının başka insanlar arasında dillendirilmesidir. Hangi kişi olursa olsun, o kişinin olumlu veya olumsuz özellikleri tekrarlandıkça o özellik çocuğun bilinçaltına yerleşiyor. Çocuğa biz birçok kez “sakarsın” dediğimizde çocuk “ben sakarım” diye bunu kabul ediyor. Çocuğa birçok kez “utangaçtır” dediğimizde utangaç olduğunu kabul ediyor ve bunun değişebileceğine inanmıyor. Anneler, çocukların bilinçaltını bunun gibi birçok olumsuz etiketlendirmeler maruz bırakıyorlar. Bunları da çocuklarının iyiliği için yaptıklarını zannediyorlar. Düşünün bugüne kadar hangimiz bize sürekli utangaç denildiği halde bunu düzeltmeye çabaladık? Anne açısından düşününce bunu çocuğunun iyiliği için yapıyor ama bunu yapmakla çocuğuna zarar verdiğini bilmeden…

Bunun yerine ne yapılabilir? Çocuktaki olumsuzluklar görmezden gelinip ondaki olumlu yanlar vurgulanabilir. Olumlu yanlar vurgulandıkça bu sefer o çocukta olumu özellikler yerleşmeye başlıyor. Eskiler “marifet İltifata tabiidir.” Demişler. Bunun gibi bizim olumlu yaptığımız şeyler vurgulandıkça bunu yapma isteğimiz artıyor. Örneğin,  ben neredeyse 35 yaşlarındaydım. Arkadaşlarımızdan bir tanesi benim için “o hiç yalan söylemez, dobra dobradır.” Demişti. O yaşta olmama rağmen içimden yalan söyleme isteği gelse bile yalan söylemekten kaçınmıştım.

Anneler koruma adına çocukların sınırlarına müdahale ettiklerinin farkına varmıyorlar ve çocuklarının bağımlı birer kişilik geliştirmesini sağlıyorlar.Bazı anneler var, babayı ayrı bir kategoriye koyuyor, kendisi ve çocukları ayrı bir kategoriye… Kocası için “babamız” kelimesini kullanıyor. Aslında eşim veya koca diyebilecekken… Kendisini çocukları ile aynı kategoriye koyduğu için çocukları üzerinde otorite sağlayamıyor. Çocukları üzerinde otorite kuramadığı için babayı polis ilan ediyor. Çocuklar ne yaparsa babaya şikayet ediyor. Ben çocuk olsam böyle bir annenin otoritesini kabul eder miyim? Etmem. Başka çocuklar da öyle yapıyor. Baba varken annenin sözünü dinlemiyor. Bir kez yanlış yapıldı mı arkası geliyor. Alın size iç içe geçmiş sınır problemleri…

Aile çocukların sınırlarına müdahale ettikleri gibi kendi sınırlarını da koruyamıyorlar. Aile sınır koymakta tutarlı olmadığı için çocuklar bunu hemen fark ediyor, ailesinin sınırlarını zorluyor. Örneğin, çocuk ailesinden bir şey satın almasını istiyor. Aile almıyor. Bu sefer çocuk biraz ağlıyor isteği yine yapılmıyor. Ağlamasının dozunu artırıyor, aile yeter ki çocuk sussun diye çocuğun istediğini alıyor. Çocuk burada neyi öğreniyor? Ağlamanın dozunu artırdığında isteklerinin yapılacağını….

Bir de bedenle ilgili sınırlar var. Çocuğun isteyip istemediğine aldırmadan, yetişkinler çocukları tutup öpüyorlar, mıncıklıyorlar, poposunu çimdikliyorlar. Bazı anneler babalar var ki onlar daha beter… Çocukları dudaklarından öpüyorlar! Böyle bir çocuk kendi bedenine ait sınır geliştirebilir mi? Kendisine yaklaşan herhangi bir yetişkinin hangi amaçla yaklaştığını anlayabilir mi? Bir tacizciyi fark edebilir mi? Kocaman bir hayır! O zaman ne yapmalıyız? Çocuğun kendi bedenine ait sınırlar geliştirmesine izin vermeliyiz. Bir çocuğu öpeceğimiz zaman ondan izin almalıyız. Anne- baba da olsak onları asal dudaklarından öpmemeliyiz. Çocukların “hayır” kelimesini kullanmalarına izin vermeliyiz.

Bazı aileler çocukların isteyip istemediklerine bakmadan onlar için iyi olacağını düşünerek çocukların gideceği üniversiteleri seçiyorlar ve çocuğun hayatını kontrol altına almaya çalışıyorlar. Ailesi istediği için doktor olup bu mesleği yapmayanlar olabiliyor.

Çocuklar evleniyor, çocuklarının ayrı birer yuvasının olduğunu kabul edemeyip onların iç işlerine karışmaya devam ediyorlar. Çocuklarını yetiştirirken bağımsız birer birey olmasını sağlamadıkları için bu yetişkin çocuklar da kendi ailelerine sınır koymakta zorlanıyor ve alın size sorunlu aileler yumağı… Kızın ailesi, oğlanın ailesi, bütünüyle bu ilişkilerin içinde..

Sınırlar isimli kitapta şöyle deniliyor:  Hayatlarımızda sorumluluk ve sahiplenme ile ilgili bütün kargaşalar aslında bir sınır sorunudur. Ev sahiplerinin arazilerinin çevresine çit çekmesi gibi, bizim de zihinsel, fiziksel, duygusal ve manevi sınırlar belirleyerek neyin sorumluluğumuz altında olduğunu ve neyin olmadığını belirlememiz gerekmektedir. Doğru insanlara karşı doğru zamanlarda doğru sınırları koyamamamız çok yıkıcı sonuçlara varabilir. Neyi yapmamız neyi yapmamamız gerektiğini bilmek, akıl ve bilgelik gerektirir. Her şeyi yapamayız.

Gülpembe Yakın

 

 

 

]]>
http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?feed=rss2&p=5028 0
Kendimizle Tanışmak http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?p=5022 http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?p=5022#comments Sun, 09 Aug 2015 19:27:00 +0000 http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?p=5022 Zaman zaman kendimize dönüp bakıyor muyuz? Kendimizin farkında mıyız? En fazla tanıdığımızı zannettiğimiz kendimizi tanıyor muyuz?

Kişilere kendisiyle ilgili basit sorular sorduğumuzda bile “Hiç böyle düşünmemiştim, bilmiyorum.” diyor. Örneğin, “kendinizdeki 3 tane olumlu özelliği sayın” dediğimizde, kişilerin büyük bir kısmı bu 3 olumlu özelliği bulup sayamıyor. O kadar eleştirilerek büyütülmüşler ki… Yapılan eleştiriler kendi içlerinde o kadar yer etmiş ki kendilerini hep olumsuz özellikleriyle değerlendiriyorlar. Anne-baba ya da öğretmenler olarak çok yanlış yapıyoruz. Çocukları “eğitme” adına, onları eleştiri bombardımanına tutuyoruz. Diyelim çocuk, halk oyunları kursuna gitmiş, gösteriye katılmış, güzel bir program sergilemişler, daha sonra da fotoğraf çektirmişler. Veli, bütün olumlu tarafları görmezden geliyor ve diyor ki: “Bu fotoğrafta neden böyle güldün?” O kadar yapılan emek, çocuğun orada yaşadığı gurur göz ardı edilip, onlar görmezden gelinip böyle bir eleştiri gelebiliyor işte. Tabi o çocuk bir daha fotoğraf çekilirken gülümsemekten bile uzaklaşıyor. Yapılan eleştiriyle, çocuğun önüne bir duvar örülüveriyor birden.  Daha sonra nice nice duvarlar… Tam bir hapishane… İnsanın kendi kafasının içindeki hapishane… Daha sonra dışınızdaki duvarlar yıkılsa bile içinizdeki duvarlar yıkılmadıktan sonra neye yarar? En büyük hapishane insanın kendi kendine kurduğu hapishane değil mi? Kendi hapishanelerimizi kuruyoruz, sonra da buradan çıkılamayacağına inanıyoruz. Tam bir öğrenilmiş çaresizlik. Öğrenilmiş çaresizlikle ilgili şöyle bir deney yapılmış: ‘Pireleri almışlar, bir kavanozun içine yerleştirip kapağını da açık bırakmışlar. Bir süre sonra hepsi zıplayarak kaçmış. Bunu bir kaç kez tekrarladıktan sonra, bir kez de kapağı kapatmışlar. Pireler yine zıplayıp çıkmaya çalışmışlar ama her sefer kapağa çarpıp geri düşmüşler. Uzun bir süre sonra kapak açılsa da, pirelerin zıplamasına rağmen dışarı çıkamadıkları görülmüş. Çünkü artık pireler kapak seviyesini geçecek kadar zıplamayı beceremiyorlarmış. Artık kapağı kapamaya gerek kalmamış, çünkü açık da olsa pireler kaçmayı başaramıyorlarmış…” İnsanlarda da durum aynı… Bebeklikten itibaren,  bir çocuğun olumlu tarafları görülmeden, yalnız eleştirilerle büyütüldüğünde, kişi kendi potansiyelinin farkına varamıyor. Yapabileceklerinin farkına varmıyor. Herhangi bir şeyi yapabileceğine inanmadığı için yapmayı denemekten kaçınıyor. Başkalarını resim yaparken gördüğünde ben yapamam ki diyor. Öğrenmeyi deneyip denemedikleri sorulduğunda, denemediklerini söylüyorlar. İnsan öğrenmeyi denemediği bir şeyi nasıl ben yapamam der ki? Nasıl ki araba kullanmayı önceden bilmiyorduk ama kursa gittikten ve çeşitli tekrarları yaptıktan sonra araba kullanmayı öğrendiysek, resim çizmek de öğrenilebilir, müzik aleti çalmak da öğrenilebilir, dans etmek de… Yeter ki biz isteyelim ve bir çok tekrar yapalım. Bizim resim yaparken gördüğümüz bir ressam ya da müzik aleti çalan bir müzisyen o duruma gelebilmek için yıllarını vermiş. Eğer isterse başka birisi de öğrenmeye başladıktan sonra çeşitli tekrarlarla kendisini geliştirebilir. Yeter ki kendi beyninin içindeki sınırları kaldırsın.

Çocuklar çeşitli eleştirilerle büyüdükten sonra, çevresinden görerek öğrendikleri davranışları kendileri  de sergilemeye başlıyorlar. Bunlar böyle zincirleme devam ediyor. Ta ki kişi kendi farkındalık yaşayana kadar.  Kendimize dönüp bakmıyoruz ki farkında olalım. Kendisi farkındalık yaşadığında bugüne kadar otomatik olarak yaptığı davranışları görüyor ve sorumluluk almaya başlıyor. Fark etmediği müddetçe değişmesi gereken bir davranışı olduğunu bile bilmiyor ki. Fark ettikten sonra arayış içine giriyor düzeltilmesi gereken davranışı düzeltmeye çalışıyor. Nasıl ki saçımız başımız bozulduğunda bunu fark etmemiz için aynaya bakmamız gerekiyor. Bunun gibi içi dünyamızı fark etmemiz için de başka bir aynaya ihtiyaç var. Sanat da burada devreye girip bizim iç dünyamıza ayna oluveriyor işte.

Dans ederken hem karşımızdaki kişinin hareketlerinin farkındayızdır, hem kendi hareketlerimizin… Hayat da bir bakıma dans etmek gibidir. Kendimizin farkında olduğumuz kadar çevremizin de farkında olmalıyız. Yalnız çevremizin farkında olup kendimizin farkında olmazsak kaybolup gideriz, her gelen akıntı bizi başka bir yöne götürür. Yalnız yalnız kendimizin farkında olup diğerlerini göz ardı edersek toplumla uyumsuz bir kişi oluruz. Bunlar birbiriyle denge içinde olmalı.

Biz kendimizin farkında olursak, ancak o zaman bir birey olarak var olabiliriz. Diğer türlü biz kendimizi var etmemişiz ki diğer insanlar bizi var etsinler; bizi görsünler, bizim farkımızda olsunlar.

Yunus Emre der ki: İlim ilim bilmektir. İlim kendin bilmektir Sen kendini bilmezsin . Ya nice okumaktır.

Gülpembe Yakın

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

]]>
http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?feed=rss2&p=5022 0
Kendin Olma Cesareti http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?p=5015 http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?p=5015#comments Sun, 09 Aug 2015 19:19:57 +0000 http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?p=5015 Kendimiz olma cesaretini gösteriyor muyuz? Yoksa başkalarının beklentilerine göre mi davranıyoruz?

Bu dünyada hepimiz kendimizi değerli hissetmek istiyoruz. Bunun için de arayışlar içine giriyor, çeşitli yollar deniyoruz.  Hayata başladığımızda hiçbir şey bilmiyoruz. Kişiliğimiz, etrafımızdaki kişilerin geri bildirimleriyle yavaş yavaş şekilleniyor, daha sonra da kalıplaşmaya başlıyor. İşte tehlike burada başlıyor, kalıplaşmak… Yani şekli değiştirememek… Aynı şekli bir ömür boyu sürdürmek… Ama dünya öyle mi? Aksine dünya her an her saniye hızla değişiyor.

Bu süreç nasıl işliyor? Onay aldığımız durumları tekrarlıyor, olumsuz eleştiri aldıklarımızı ise tekrarlamamaya çalışıyoruz. Çünkü onay cümleleri duyduğumuzda kendimizi daha değerli hissediyoruz. Aynı duyguyu tekrar tekrar yaşayabilmek için onaylandığımız davranışları tekrarlıyoruz. Bunlar zamanla otomatikleşiyor ve bizim kişiliğimizin bir parçası oluyorlar. Bazen bunları isteyerek yapıyoruz bazen de istemeyerek… İçimizden gelmese bile başkaları tarafından onaylanmak için yaptığımız ve söylediğimiz şeyler, kendi içimizde çelişkiler oluşturmaya başlıyor ve bundan rahatsız oluyoruz, mutsuz oluyoruz ama yine de aynı şekilde davranmaya devam ediyoruz. Mutsuz olma pahasına…

Aslında durumu fark edip otomatikten çıkarmak önemli.  Bugüne kadar birçok davranışı otomatik olarak yaptık ama bu otomatik davranışı fark ettiğimizde sorumluluk almaya başlıyoruz. “Babam bana …. davrandığı için ben …. Yapıyorum”, “Annem bana … izin vermediği için ben …..  şekilde davranıyorum.” Gibi birçok ifade olabiliyor ama bunları fark ettikten sonra sorumluluk bizim oluyor. Bugüne kadarki davranışlarımızın birçok nedeni olabilir. Yetiştiğimiz şartlar, ailemizin bize karşı olan davranışları veya daha önceki ekonomik durumumuz… Bunların sebebi her ne olursa olsun, onlar geçmişte kaldı.   Bunlar bizi bugüne getiren şartlar olabilir, bizi biz yapan durumlar olabilir. Bugünden sonra sorumluluk bizim… Bundan sonra bunları, biz kendimiz yapmak istediğimiz için yapacağız ya da yapmayacağız. Eğer bir şeyi gerçekten yapmak istiyorsak ve kararlıysak önümüzde hiç bir engel duramıyor. Burada yalnız şöyle bir nokta var. Doğan Cüceloğlu, Savaşçı adlı kitabında “Birey Olma Ait Olma Dengesi” diye bir konudan bahseder. Biz bir toplumun içinde yaşıyoruz. O toplumun içinde yaşarken belirli normlar var o normlara göre davranmazsak toplum tarafından kabul edilmiyoruz ve yalnızlaşıyoruz.

Her zaman o normlara göre davranırsak bir de bizim kendi kişiliğimiz var, içimizden gelen duygularımız var. Toplumun normlarına uyayım derken kendi kişiliğimiz silikleşip yok olabilir. Bunun sonucu da sıradan, toplumun her dediğini kabul eden, yeni bir fikir, yeni bir eser üretmeyen insanlar ortaya çıkar. Bunlar gerçekten bir sürü gibi davranırlar. Otorite ne derse onu yaparlar. Ya da etraflarına bakarlar büyük çoğunluk ne derse onu yaparlar. Kendi fikirlerini özgürce söylemezler. Bir de bunun tam tersi bir durum var. Her zaman kafasının dikine giden, her zaman canının istediğini yapan, toplum kurallarını hiçe sayan, nerede nasıl davranacağını bilemeyen, tamamen iç güdülerine göre davranan insanlar… Bu insanlar da toplum tarafından kabul edilmezler dışlanırlar. Sonuç olarak bu kişiler de yalnızlaşırlar.

Aslında bu iki durum da yanlış. Her ikisinin dengede olabilmesi gerekiyor. Biz hem bir bireyiz hem bir toplum içerisinde yaşıyoruz. İlk önce artılarıyla eksileriyle kendimizi tanıyıp, kendimizin farkında olmamız gerekiyor. Daha sonra da yaşadığımız toplumu tanımamız… İnsanların bunları yapabilmesi için eleştirel düşünme becerilerine ihtiyacı var. Soran, sorgulayan, eleştiren, merak eden, öğrendiklerini gördüklerini kendi akıl süzgecinden geçirip kendi değerlendirmelerini yapıp ona göre davranan bireylere ihtiyacımız var. Bir toplum bu tipteki bireylerinin sayısını çoğaltabilirse ileriye gidebilir. Diğer türlü her söyleneni kabul eden insanlardan yenilik beklenemez. Hepimiz uçmayı isteyebiliriz belki. Geçmişteki insanlar da uçmayı istediler. Bunun için de birçok deneme yaptılar. Bir kendilerine baktılar bir etraflarına… Etraflarındaki uçabilen varlıkları incelediler. Bunları insan üzerinde nasıl uygulayabiliriz diye birçok araştırma yaptılar. Bugün geldiğimiz noktaya bakarsak eski çağlarda uçmak bile hayalken bugün uzaya gidebiliyoruz. Böyle bir gelişme her söyleneni kabul eden insanlarla olamaz ama ben uçacağım deyip kendini uçurumun tepesinden atan insanlarla da olamaz. İkisinin bir dengesinin olması gerekir.

Yüzümüzdeki maskeleri çıkarıp, kendimiz olabilmeyi başardığımız ölçüde mutluluk  bizi bekliyor. Yeni gelişmeler bizi bekliyor. Hadi hep birlikte dönelim kendimize, en fazla tanıdığımızı sandığımız ama aslında büyük oranda tanımadığımız kendimizi tanıyalım. Kendimize, iç dünyamıza bir ayna tutalım. Bakalım o ayna bize ne gösterecek?

Gülpembe Yakın

 

 

]]>
http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?feed=rss2&p=5015 0
Yaşama Sanatı http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?p=5007 http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?p=5007#comments Sun, 09 Aug 2015 18:16:38 +0000 http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?p=5007 Yaşamak bir sanattır aslında. Yapabilene… Ayrı ayrı pencerelerden bakınca o kadar çok ortak yönleri var ki…

Noktayla başladı hayatımız. Boş bir tuval üzerine konan bir nokta gibi… Bazen birileri doldurdu bu tuvali biz seyirci kaldık. Bazen de sorumluluk aldık, iyisiyle kötüsüyle kendimiz doldurduk.

Nokta kadar bile değildik var olmaya başladığımızda, küçücüktük… Görünmüyorduk… Biraz büyüdük önce, çoğalttık kendimizi daha sonra… Yan yana noktalar ekledik yönümüzü bilmeden… Öylesine çoğaldık, etrafa dağıldık. Olmadı… Olamadı… Bir düzende dizilmeliydik. Bunun yolunu aradık. Ne yapabilirdik? Nasıl bir araya gelebilirdik? Çizgiler oluşturduk çeşitli yönlere… Değişik kalınlıklarda değişik uzunluklarda…  Bir de baktık ki çizgiler oluşturalım derken farklı farklı şekiller oluşturmuşuz. Bazen bir daire olmuşuz, bazen bir kare, bazen de üçgen… Eğriler… Dik Çizgiler… Farklı yönlerde nereye gideceğimizi bilemeden… Bazen tuvalden taşmışız, bazen içeride kalmışız. Bazen o kadar yoğun bir araya gelmişiz ki büyüklü küçüklü lekeler olmuşuz. Siyah ve beyazın farklı tonları gibi… Bazen gece gibi simsiyah… Bazen gündüz gibi bembeyaz… Aralarda da griler… Hayatımız gibi… Güzellikler, çirkinlikler, mutluluklar ve mutsuzluklar gibi… Siyah olmadan beyaz, beyaz olmadan siyahın fark edilemeyeceği gibi, çirkinlikler olmadan güzelliklerin, mutsuzluklar olmadan mutlulukların anlaşılamayacağı gibi…”Her şey zıddıyla kâimdir” derler ya onun gibi her şeyin zıddı var. Biri olmadan diğerini fark edemiyoruz ya da kıymetini bilmiyoruz. Zıtlıklar monotonluktan da kurtarıyor hayatı. Düşünsenize, her zaman tatilde olsak nasıl olurdu? Hiç güzel olmazdı bence. Çalışmanın arasındaki tatillerin tadını alamaz, bir süre sonra sıkılırdık. Her zaman çalışmak da güzel olmazdı arada molalara, tatillere de ihtiyaç olurdu.

Siyahlar, beyazlar, griler… Derken daha sonra renkler girdi hayatımıza. Bazen tek rengin tonları olduk. Bazen farklı renklerle bir araya geldik. Biz farklı renklerle bir araya geldikçe etkimiz ya arttı ya da azaldı. Bizim etkimizi belirleyen diğer renklerin varlığı oldu. Tıpkı toplumda bizim etkimizi belirleyen şeyin diğer insanlar olması gibi… Baktık ki bazı renklerle yan yana var olamıyor kendimizi gösteremiyoruz. O zaman rengimizin yerini, yoğunluğunu ve şiddetini değiştirdik. İnsan olarak var olma arayışlarımız gibi…

Renk olarak katman katman olduk. Üst katmanların arasından eski renkler de göründü. Bizi biz yapan ögelerin alt katmanlarıyla oluşması gibi… Üst katmanın altındaki bir sürü rengin varlığı, bu görüntümüzün altında iyisiyle kötüsüyle her bir anımızın varlığını gösterir bize. Her bir çizginin ayrı anlamı vardır, bunu okuyabilene…

Bazen düz bir zemin oluşturduk, bazen üst üste katmanlar olup doku oluşturduk. Tuvalin bir yerinde doku fazla olurken bazı yerinde de boşluğa ihtiyaç oldu. Tuvalin hava alması gerekti. Hayatımızda çalışmaya ve dinlenmeye ihtiyaç olduğu gibi…

Tabi bir de ritm gerekti tabi ki… Bazı şeyler bir düzen içinde tekrarladı.  Bazı yerde yavaşladı bazı yerde hızlandı. Nasıl ki müzikte bazı sesler çok alçaktır bazı sesler de çok yüksek… Hayatımızda da böyledir. Bazen çok dinginizdir, kıpırtısız bir deniz oluveririz bazen de kocaman dalgalarımızla tsunamiler ortaya çıkartır, ortalığı yakıp yıkıveririz birden.

Bütün bu olanlar için de dengeye ihtiyaç var. Dengeyi kaybettiniz mi, tuvaliniz de berbat olur, şarkınız da hayatınız da… Sanat eserinde dengeye ihtiyaç olduğu gibi hayatımızda da dengeye ihtiyaç var. Hiçbir şeyin aşırısı doğru değil. Hayatımız için en önemli ihtiyacımız olan suyu bile aşırı aldığımızda ölüme sebep olabiliyor. En sevdiğimiz tatlıyı ve çikolatayı biraz fazla kaçırdık mı, tatlının da çikolatanın da tadı kaçıyor. Onun için her şeyi dengede tutmak lazım. “Azı karar çoğu zarar”

Nokta, çizgi, leke, doku, yön, kontrast (zıtlık), espas (boşluk), ritm ve denge gibi ögeleri yan yana koyup denemeler yaparken bir de baktık ki tuvalimiz doluvermiş. Bize verilen sınırlı alanı iyisiyle kötüsüyle dolduruvermişiz. Resmimiz bitmiş. Zamanımızı doldurmuşuz. Veda zamanı gelmiş, çatmış.

Bazen diğer insanlar beğenmiş bizi, değer verip duvarlarına asmışlar, bazen de beğenmeyip bir kenara koymuşlar ya da fark edilmemişiz. Kendimizi kendimiz gibi ortaya koyduysak özgün olmuşuz; sanat eseri olma yolunda doğru yolda ilerlemişiz, değer kazanmışız, ama kim ne derse ona göre çizgimizi, rengimizi ve yerimizi belirlediysek karma karışık bir şey olmuş, anlaşılamamışız. Sonunda bir kenara atılıvermişiz. Hatırlayan da olmamış daha sonra.

Yaptığımız sanat eserini bitirdiğimizde beğenmediysek bir kenara atabiliriz ya da aynı tuvale farklı resimler yapabiliriz ama hayat öyle değil ki. Ne kaldırıp bir kenara atabiliriz ne de yeniden başlayabiliriz. Hayatın ne eskizi var, ne provası ne de tekrarı… Bu sefer olmazsa başka sefer diyemiyoruz maalesef.  O zaman ne yapalım? Bize boş bir tuval gibi sunulan hayatı en güzel şekilde doldurmaya çalışalım. Bir sanat eserini oluştururken nasıl ki bir çok şeyi gözeterek denge kurmaya çalışıyorsak, kendi hayatımız için bundan daha fazlasını yapmaya değmez mi? Bugüne kadar yaptıklarımız ve başımıza gelenler için kimi sorumlu tutarsak tutalım bugünden sonra kendi hayatımızın sorumluluğunu almaya değmez mi? Hayat denen bu tuval bizim tuvalimiz; bu tuvali de biz doldurmalı başkalarının doldurmasına izin vermemeliyiz. Yaşamamızın geri kalan kısmında, sorumluluk alıp kendi tuvalimizi kendimiz dolduralım ve kendi hayatımıza seyirci kalmayalım lütfen!

Her birimizin hayat denen boş tuvali doldururken bir sanat eseri titizliğiyle özgün bir şekilde doldurabilmesi dileğiyle…

Gülpembe Yakın

]]>
http://www.yakinsanat.com.tr/YS/?feed=rss2&p=5007 0